Giyimleri rahmetli Koca İhsan ismi lakabı ile den gibi babayiğit bir Beykozlu. Aslen Ordulu, ayakkabısı fabrikada özel yapılırmış. Tahmini 50 numara falan olsa gerek. Aynı eski köprünün Karaköy girişindeki uzun Ömer gibi. Boyunun uzunluğundan olsa gere Uzun Ömer kamburdu. O küçük tavanı alçak dükkana nasıl girer nasıl sığardı bilemiyorum.Bu seferki yazımda mevzuyu baştan dağıttım. Dönelim Beykoz’a. Tabii vapurla denizi yara yara nazlı nazlı giden Boğaz vapurları ile. Yan küpeştede oturursan yalıları, koruları, arkasında oturursan denizin köpüklerine, başta oturursan da gemiyle yarışan yunus balıklarını seyrederek Beykoz’a dönelim.
Çocukken büyükler gözümüze daha da büyük gözüküyor. Eski bir tabirle ismi ile mesenna Koca İhsan, adaşı Çamız İhsan ve Galip ağa Uzun Arif kısa saçlı pehlivan tıraşlı veya usturalı başlı, bıyıklı demek olmaz pos bıyıklı veya pala bıyıklı kalın şayale elbiseli, yelekli, yakasız keten mintanlı, yelekte çapraz gümüş kordonlu, yelek üzerine ceket değil gocuklu ceket veya gocuk giyilmez her an sırtta dururdu. Sol elde kehribar tespih, tabii iri taneli, sağ elde yasemin ağızlıkta birinci sigarası bazen de daha değişik bir sigara ama ağızlıkta bu sefer kehribar, ayakta lastik çizme veya galoş bazen de mest lastik. Balık tutarken tabii yağmurlu havalarda kapüşonlu gamsele denilen bir çeşit lastik tulum, balığı satarken keserken yere kadar uzun bir muşamba lastik önlük.


Satın aldığınız balığı büyük bir ustalıkla ve maharetle ve afiyet olsun diyerek kağıdına koyup size verir ve afiyet olsun diyerek uğurlardı. Kafalar kuyruklar ve iç organları bir tenekede toplanır, akşam üstü meyhanede rakıya, şaraba meze olurdu. Balığın ciğeri hele havyarının tanıda doyulmaz, palamudun, toriğin ensesi, lüferin, kofananın yanak eti yiyen bilir tadını.


Kofananın yanak eti, kaşıkla yerinden çıkartılıp çok özel bir işlemle yapılan tamamı balık yazarı sayın Ali Pasiner Paşa mezesi diye adlandırıyor. Geçen sefer ki yazımdaki sıralamada Çolak Necati’yi, Uzun Arif’i, Hikmet Ağabeyi, Hilmi Ağabeyimi, anlatmıştım. Necati Ağabeyin bir elinin yarısı yok gibi, hangi eli olduğunu hatırlamıyorum ama benden biraz kaba dilsiz oğlunu çok iyi anımsıyorum. Sarışın film artisti gibi bir gençti. Ama ne çare dili eksikti. Kendilerini haç işaretle kendi gibileriyle çok iyi anlaşırdı. Uzun Arif Yalıköy camisinin yanında oturan aynı aileden biri olduğunu sandığım Mustafa Toros ve ablası Ünal benim ilkokuldan arkadaşımdı. Bir de topçu binbaşısı Orhan Bey sabah vapurunda epey muhabbetimiz olmuştu.


Sabah vapurlarında yolculuk ederken yanınızdan geçen balık yüklü motorlardan gemiye balık atarlardı. Tabi iri balıklar palamut, lüfer, kofana gibi yolcular almaz gemi personeli balığı toplardı. Belki birkaç tanesi denize düşerdi. Ama kalanlarda her halde onlara yeterdi. Rumeli Kavağından gelen vapurlarda üzerlerini ıslak çuvallarla bezlerle örtülü çeşitli balıklar balıkhaneye mezada götürülürdü. Balıkçı motorunun balıkla dolu olduğunu üzerinde dolaşan tekneye üşüşen martılardan anlarsınız. Denize düşenle veya kaptığı ile karnını doyuran martılara günümüzde de vapurları takip ediyor. Üsküdar’a, Kadıköy’e veya Adalara giden gemilerin etrafı martılarla dolu yolcu gemileri balık yüklü değil ama insan yüklü martılar gemilerin etrafından çeşitli akrobatik hareketlerle insanların attığı ekmek veya simidi havada kapıyorlar. Denize düşene birkaç martı birden pike yapıyor, kapanın elinde değil ağzında kalıyor. Martılarda insanlar gibi balığa hasret. Ekmeğe simide talim.


Bir pike yapıp alıyor. Nafaka peşindeki kahvesine sıcak bir poğaça ile sabah çayımı içer denize soluklardım tek poğaça çay bir de sigara sabah keyfi sigara bitti. Ama yani çay poğaça devam ediyoruz. Kahve kapandıktan sonra sahildeki parkta ağacın altındaki sıraya oturur gazetemi okurdum. Hikmet abi buyur gel dediğim zaman Ali Bey gazeteni okuyorsun rahatsızlık vermeyeyim derdi. Hilmi abiminde düşüncesi aynıydı. Kültürlü, saygılı dost insanlardı. Balıkçı deyip de geçmemek lazım. Her ikisi de Kabataş Lisesinde okumuşlardı. İkine de ulu tanrıdan rahmetler diliyorum. Bir balık hatırası ile yazımı bitireyim. 70’li yıların sonlarını oğullarımın ikisi de küçük lastik botla sarayın rıhtımına yanaşıp bahçeye çıktı denize girdiler. Ağaçların altında oturduk yiyip, içtik.


Büyük bir motor geldi sarayın okul tarafındaki rıhtımına yanaştı. Suyla bir ambar ve güverte ağzına kadar balık dolu adamlarda bir koşturmaca reis bağıra çağıra kumanda ediyor. Önce biraz seyrettim kolay gelsin falan biraz yüz buldum ki motora bindim. Sanki çok param varmış gibi. Reis birkaç tane balık verdi tabii parasıyla. Reisin cevabı burada para geçmez uşaklara yardım et dedi. İki çocukla ben motora bindim. Çocuklar ellerinde birer poşet küçük balıkları topluyorlar. Bende sandıkları balıkları taşıyorum. Yerler ıslak pullu kaygan düşe kalka işi bitirdik. Adamlar 4 – 5 tane lüfer verdiler teşekkür etmek için reisin yanına gittiğimde motorun üstüne atılmış çok iri bir balığı verdi. Lüferin büyüğü kofana bu daha da büyük AKYA imiş. Çocukların elinde birer torba balık benim elimde birkaç tane lüfer ve yarısı torbanın dışında bir akya doğru eve. Mahalleli ve de şaşkın küçük lastik bir bot iki çocuk ve de torbalar dolusu balık.


İkisi de rahmetli olan karşı komşum Mobil’den emekli İsmet Bey ve karısı Müzeyyen Abla. Yahu bu adam iki tane çocukla bu kadar balığı nasıl tutmuş hayret ama yinede maşallah Allah çocukların kısmetini vermiş. Geçmiş zaman olur ki hayali Cihan değer.


Mehmet Ali Yeşilbaş